KUSURSUZ İNSAN

Büyük Tasavvuf Ustası Ahmet Kayhan’ın Anısına

 

H. Bayman

 

İmkânsız bir Görev

 

Benden, rahmetli tasavvuf büyüğü Hacı Ahmet Kayhan’ı anlatmam istendi. Bu, beni çok zor bir durumda bırakıyor. Ben ki ender olarak kelime sıkıntısı çekerim, bu kez ızdıraplı bir sessizliğe indirgeniyorum—ızdıraplı, çünkü gerçeği anlatırken insanların inanç sınırlarını zorlayacak, belki de abartmakla suçlanacağım.

 

Kelimenin tam anlamıyla tarif edilemez olan bir zâtın öyküsünü anlatmaya nasıl başlayabilirim? Onun huzurunda bulunma şerefine erişmiş—çok farklı kökenlerden gelen—binlerce insanın üzerinde anlaşabilecekleri bir konu varsa, o da Efendi’nin anlatılamaz olduğudur. Onu tanıyan birkaç arkadaşa danıştım. Üzüntüyle başlarını (hayır anlamında) salladılar, çünkü bu girişimin olanaksız olduğunu biliyorlardı.

 

Bunun sebebi şu: Bütün diller, insanlar arasında ortak, paylaşılan tecrübelere dayalıdır. Diyelim ki size, bir Güney Amerika meyvesi olan guanabana’nın suyunu içtiğimi söyledim. Eğer siz de içmişseniz, ne demek istediğimi hemen anlarsınız. Ama farzedelim ki içmemişsiniz ve ben size, onu anlatmaya çalışıyorum. “Tatlıdır,” diyorum. Şimdi bu iyi, size bir başlangıç noktası veriyor. Ama bisküviler de tatlı, şekerleme de öyle. Ardından şunu ekliyorum: “Rengi ve dokusu sütü andırıyor.” Bu size biraz daha ipucu veriyor. Ve ben ayrıntılar vermeye devam edebilirim, siz de aşağı yukarı guanabana’nın tadının nasıl olduğu konusunda bir fikir sahibi olabilirsiniz. Ama gerçekte tatmadıysanız, benim ne anlatmak istediğimi hiçbir zaman bilemezsiniz.

 

İşte aynı şey, Efendi için de geçerli. Bunun nedeni, eşsiz olmasıydı. Tasavvuf büyükleri arasında bile tekti ve böylece, kıyaslanamaz nitelikteydi. Cahillerin cesareti ile balıklama daldığım bu işte, böyle bir insanı anlayabilmek için donanımı çok yetersiz bir dünyaya onu tasvir etmek gibi, ödülü olmayan bir görevin içinde buluyorum kendimi. Çoğu kişi anlattıklarım için, “Bu kadarı da fazla” diyeceklerdir. Onlara hak veriyorum. Onların yerinde olsam, hepimizin gördüğü şeyleri görmemiş, yaşamamış olsam, ben de böyle bir anlatımı inanılmaz bulurdum.

 

O halde önümde duran görev, bir Adil Tanık rolünü üstlenmek ve elimden gelen bütün dürüstlük ve içtenlikle, ifademi vermektir. İnanmayacak olanlar için peşinen söyleyeyim ki, onları hiç de haksız bulmuyorum. Sorun şurada ki bu anlatım, kapınızın eşiğine birazcık geç geliyor. Hayatı parmaklarımızın arasından su gibi kayıp giderken, çaresizlik içinde bakakaldığımızın üzerinden, henüz çok zaman geçmedi. Hikayemi doğrulamanın tek yolu, kendinizin gözünüzle görmenizdi. Artık bu kesin doğrulama yöntemi elimizde olmadığına göre, insanlar kuşkularında son derece haklı olacaklardır.

 

Bir de, şu soru sorulabilir: Efendi’yi 20 yıl tanımış, onu 15 sene en yakın koşullarda gözlemlemiş olan, mütevazı ve çok bağlı bir talebesi, onu anlatmakta ne kadar güvenilir, ne derece objektif ve tarafsız olabilir? Cevap: Zannedebileceğinizden daha güvenilir. Çünkü Efendi hakkında yazmak, benim için sadece bir ayrıcalık değil, bir görevdir, ve bu görevin gerçekdışına tahammülü yoktur. Böyle bir kimseyi dış dünyaya tanıtmakta gerçeklerden küçücük bir sapma, ufacık bir yanlış tanıtım, benim kanıma göre feci sonuçlar doğurabilir. Adil Tanık idealine sadık kalmak için elimden geleni yapacağım ve Allah’ın da yardımıyla, beşer olarak ne kadar mümkünse, o derece başarılı olabilmeyi umuyorum. Ama şunu unutmayın: Size anlatacaklarım, gerçeğin neredeyse okunamaz hale gelmiş bir müsveddesidir, adeta milyarda bir oranına varacak şekilde sulandırılmışıdır. O muazzam hakikat hakkında en küçük bir fikirden daha fazlasını bu satırların size verebileceğinden kuşkuluyum. Ve peşinen kabul ediyorum ki, bu iletişim yetmezliğinin sebebi benim yetersizliğimdir, sizin değil.

 

Belki gelecekte, Efendi’yi tanımış olan başkaları öne çıkıp, kendi öykülerini anlatacaklar. O zamana dek, o insan—affedersiniz, o İnsan—ve öğretilerine bir giriş konusunda, bu yazıyla yetinmek zorundayız.   

 

Gizli bir Mürşit—Hem de bu Zamanda?

 

Hemen şu soru akla geliyor: İddia ettiğim gibi bir kişi gerçekten yaşadıysa, vefatına kadar halk çoğunluğunun bilgisinden gizli kalmış olması, nasıl mümkün olabilir? Bu anında-iletişim ve İnternet çağında, gözden uzak kalmayı nasıl başardı? Endonezya’da daha önce duyulmamış bir ilkel kabileden haberdar olabiliyoruz. Böyle bir makamdaki bir insan, ömrünün sonuna kadar nasıl saptanmadan kalabildi?

 

Cevap: Eğer söz konusu kişi sahne ışıklarından uzak duruyorsa, bir de onu tanıyanlar, onun ne kadar değerli ve ne derece anlatılamaz olduğunu bildikleri için, meraklı gözlere karşı susuyorlarsa, bu mümkündür. Onun bağlıları, Efendi’lerinin şöhret sevmezliğine o kadar çok saygı gösterirler ki, kendi bahçesiyle (onlarla) uğraşma huzurunu bulacak özgürlüğe sahip olur—o zaman bu olabilir. Ve gene, onunla ilgili herşeyi ayrı bir gerçeklik, aynı anda hem bu dünyanın içinde, hem dışında olan büyülü bir âlem olarak görürlerse, bu aynı şekilde mümkün olabilir.

 

Dede’nin (sevenleri, ona böyle diyorlardı—başka lâkapları “Baba,” “Ahmet Baba” ya da “Kayhan Dede” idi) tevazuu, kendini reklam etmek istemeyişinin ardındaki nedendi. Örneğin bana anlatıldığına göre, 1982 yılında ziyaretine gelen Kanada’lı bir gazeteci, gördüklerinden o kadar etkilendi ki, Efendi’ye şöyle dedi: “Sizi meşhur edeyim. Yahudilere ‘Musa’yı mı arıyorsunuz? O burada,’ Hıristiyanlara ‘İşte İsa,’ müslümanlara ‘İşte Peygamber,’ diyeyim.” Efendi bunu reddetti ve gazeteci, onun afişe edilmeme arzusuna uyacak kadar ona saygı gösterdi. İstemiş olsaydı, dünya çapında şöhret sahibi olabilirdi.

 

Bunun yanı sıra Türkiye, dış dünyada hak ettiğinden daha az tanınan bir ülkedir. Ayrıca Efendi, tamamen de bilinmez olarak kalmamıştır. Türkçe basında ona, örtülü ya da adını anarak, kısa göndermeler yapılmıştır. Dahası, onunla tanışmış olan Amerikalılar, İngilizler ve başka milliyetten insanlar vardır.

 

Dünyayı daha yaşanılır bir yer kılmak için durmadan uğraş veren, her dinden öğretmenler ve aydınlanmış mürşitler çoktur. Onların hepsine buradan selam veriyorum, gayretlerinin meyvesini devşirmelerini dilerim. Onların çoğu, halkın gözü önündedir. Fakat görünen o ki en büyük efendiler, gözlerden ırak kalırlar ve ancak, bu dünyadan göçtükten sonra açığa çıkarlar.

 

O Kimdi?

 

Peki, Efendi nasıl bir insandı? İşte beni ürküten badireye geldik. Eh, çaresiz deneyeceğiz:

 

Bugüne kadar çok insan tanıdınız. Bazıları, müstesna nitelikleriyle gözünüze çarptı. Bazı insanlar daha akıllı, bazısı daha şefkatli, bazısı ahlaken başkalarından üstündürler. Bazı insanlar cesarette, başkaları dürüstlükte üstündür, vb.

 

Şimdi, insanlarda görmüş olduğunuz bütün üstün nitelikleri bir araya koyun. Sonra bunların toplamını binle çarpın. Bu size aşağı yukarı, insanların sevgiyle “Efendi” dedikleri zatı verecektir.

 

İşte inançsızlığın başlayacağı nokta burasıdır, onunla birlikte benim çıkmazım da burada başlıyor. Ama sağlam durmam, ısrar etmem gereken nokta, tam da burası. “En” diye başlayan ifadeler olmaksızın, Efendi anlatılamaz.

 

İsa’nın havarilerinin onu başkalarına anlatmakta çektikleri sıkıntıyı, ben çok iyi anlıyorum. Aynı şey, Hz. Peygamber’in Ashabı için de geçerli. Onların neyle mecelleştiklerini anlayabilmek için, insanın benzer bir zorlukla karşılaşması gerekiyor.

 

Efendi’nin tahsilsiz olduğunu keşfettiğiniz zaman, iş daha da zorlaşıyor. Okuma-yazmayı askerliği sırasında, yirmili yaşlarında öğrenmiş. Fakat karşı kefeye şunu koymamız gerek: zamanının en büyük mürşidi, Hacı Ahmet Kaya Efendi tarafından eğitilmiş. (Bağlıları onu “Keko,” yani “Baba” diye anarlardı.)

 

Peki, ya kusurlar, noksanlar? Bunun kısa cevabı: kusur yoktu. Ve bunu söylerken, gizlediğim bir şey yok. Tamam, Efendi bir insandı, beşeri hastalıkları vardı. Yaşlılığında çoğu zaman hastaydı, son yıllarında da kırık bir bacak ve göz bozukluğundan çekti. Ama bunlar normalde bizim kusur, yani insan kişiliğinde bozukluklar diyebileceğimiz şeyler değil. Onbeş yıl boyunca onu sadece bir kez gerçekten kızgın gördüm, onda da tek tepkisi, alçak sesle söylenmiş bir “Sus” idi. “En kötü hal özellikleri,” bundan ibaret.

 

Efendi’ye Bir Ziyaret

 

 Şu halde farz edelim ki, Efendi ile yüz yüze görüşme fırsatına nail olmuştunuz, ben ya da başka biri sizi oraya götürmeyi üstlenmişti. Neyle karşılaşırdınız?

 

Ankara’nın büyük bir caddesinde, dört katlı bir apartmana yaklaşırdık. Merdivenlerden en üst kata çıkar ve dairelerden birinin zilini çalardık. Kapıyı açan kişi tarafından içeri alınır ve büyükçe bir salona geçerdik. Eğer dinlenmiyorsa veya başka işi yoksa, kendinizi hemen Efendi’nin karşısında bulurdunuz. Bütün mürşitler ve efendiler içinde o, en erişilebilir olanıydı.

 

Kendinizi son derece saygıdeğer bir beyefendinin karşısında bulurdunuz. Kendisi çok zayıftı—bir keresinde bana, hiç 55 kilodan yukarı çıkmadığını söylemişti—boyu 2 metreye yakındı, fakat yaşlılığında eğik duruyordu. İleri yaşına rağmen, başlangıçta siyah olup sonradan ağaran saçı ve sakalı, onu 65-70 yaşından fazla göstermiyordu.

 

Bir karınca bile olsanız, size bir padişah imişsiniz gibi davranırdı. Bir bardak çay içilir, hoşbeş edilirdi. Başka insanların da bulunduğu ciddi bir sohbete rastgelmiş olun ya da olmayın, bir süre sonra garip bir duygu hissederdiniz. Sanki bütün dertleriniz yavaş yavaş çekiliyor, içinize sessiz bir sevinç doluyor gibi olurdu. Ruhsal duyarlığa sahipseniz, alnınızın ortasında bir ürperti hissedebilirdiniz. Ve, sadece gündelik konulardan konuşmuş olsanız da olmasanız da, daireden büyük bir ferahlama duygusuyla çıkardınız. Ve bu, onu her ziyaretinizde tekrarlanırdı. Merakından beş dakikalığına uğrayıp, bir ömür boyu kalanlar çok olmuştur.

 

Ziyaretlerinize devam ederseniz, Efendi’nin düşünceleri okuma gibi olağanüstü bir yeteneğe sahip olduğu sonucuna varırdınız. Bazıları bunu ürkütücü bulur, başkaları ise normal karşılardı. Tabii Efendi kendisi hiçbir zaman böyle bir yeteneğe sahip olduğunu söylemedi, bu konularda da çok dikkatli davranırdı. Ama diyelim ki, onu ziyarete giderken aklınızda belli bir soru vardı. Ve diyelim ki orada başkaları olduğu için, sorunuzu soramadınız. O konuşurken yavaş yavaş farkına varırdınız ki, size hitap bile etmeden, sorunuzun cevabını veriyor.

 

Daha derini var. Efendiyle yalnızken, Efendi’nin en mahrem sırlarını yüzlerine söylediğini, hiç kimseye hiçbir zaman anlatmamış oldukları anılarını ondan dinlediklerini, bana söyleyen insanlar oldu.  

 

Ve daha da derini. Bir gün bir İngiliz arkadaş, onu ziyarete gidiyor. Efendi arka odada, o arkadaş ta Ege sahilinde bir tatil yerine (Ayvalık’a) gidecek. Efendi’yi salonda beklerken, kafasından devamlı, Türkçesini yeni öğrendiği: “Gideyim mi?” sorusunu geçiriyor. O böyle düşünüp dururken, evin hizmetkârı içeri giriyor ve durduk yerde, televizyonu açıyor. Arkadaş ekranda Türkçe yazılı “Git, gidebilirsin” ifadesinin geçtiğini görüyor. Hizmetkâr gene belli bir neden olmaksızın televizyonu kapatıyor, odadan çıkıyor. Bu bir rastlantı mıdır? Siz söyleyin.

 

Bir bilge, bir veli, dış görünüşünden bilinemez. Gelenlerin çoğu, başlangıçta onun saçı, sakalından ötesini göremiyorlardı. Daha sonra, tanışlıkları arttıkça, Efendi’den bir şeyler anlamaya başlıyorlardı.

 

Eğer ziyaretlerinizi sürdürürseniz, daha önce hiç duymadığınız, bilmediğiniz şeyler öğrenirdiniz. En sonunda da anlardınız ki karşınızdaki, dünyanın en sevilesi, en hayran olunası, mutlak anlamda en harika insanıdır.

 

Yaşamı

 

Efendi’nin özgeçmişinin ana hatları kısaca özetlenebilir. Saptayabildiğim kadarıyla 1898 başlarında doğmuştu. Dünya değiştirdiğinde tarih, 3 Ağustos 1998 idi. 100 yıl, 7 ay yaşamıştı.

 

Nüfus cüzdanında doğum tarihi 1905 (o zamanlar yürürlükte olan Rumi takvime göre 1321) idi. Ancak o yıllarda nüfus kütükleri sağlıklı tutulmadığından, kaydı, kendisinden birkaç yıl sonra doğan üvey kardeşiyle birlikte yapılmıştı. Doğum yeri, Malatya vilayetinde Pötürge yakınlarındaki küçük bir köy olan Mako (şimdiki adıyla Aktarla köyü) idi.

 

Sadece bir yaşındayken, babasını kaybetti. Annesi yeniden evlendi ve Efendi 14-15 yaşına gelene kadar hayatta idi. Ondan sonra bir süre bir halasıyla kaldı. Çocuk yaşta bile, cesur ve ilahi koruma altında olduğunu dillendiren hikayeler anlatılır. Burada, insanlarda veliliğin doğuştan olduğu şeklindeki söze de bir destek bulabiliriz. (Aslında hem doğarlar, hem yetişirler; ne doğuşta verilen yeteneklerin, ne de eğitimin yerini küçümseyebiliriz.) Efendisini (Keko’yu) ilk gördüğünde 4-5 yaşlarındaydı ve ondan çok etkilendi.

 

Son Osmanlı sultanı Vahdettin gemiyle İstanbul’u terk ederken (17 Kasım 1922), o da tesadüfen oradaydı ve olaya tanık oldu. O tarihten sonra sık sık, batıda İstanbul ve İç Anadolu’da Ankara gibi büyük şehirlerle, doğuda Malatya arasında mekik dokudu. Çünkü Keko, Malatya’da bulunan İzol'ün Ali Bey köyünde yaşıyordu.

 

Ahmet Kayhan, 1930’lu yıllarda Ankara’ya yerleşti ve ölümüne kadar eşi olarak kalacak olan Hacer ile evlendi (25 Mart 1937). Keko, 7 Mayıs 1944’te dünyasını değiştirdi. Çok büyük bir mürşitti, yüzlerce insan düzenli olarak onun ziyaretine gelirdi. Onun ardından halkı aydınlatma görevi, 1. Dünya savaşı sırasında ve sonrasında talebelik arkadaşı olan, Musa Kâzım Efendi’ye düştü. Kâzım Efendi’nin 1966’da göçmesi üzerine, Kayhan Dede “kaftanı giydi.”

 

Ömrünün en iyi yılları, büyük bir yokluk içinde geçti. Bu, kötü kazandığından değildi, çünkü herkesten daha fazla çalışıyordu. Fakat ülkenin kendisi yoksuldu. Kendisinin de bir keresinde dediği gibi, Batı dışındaki dünya ülkelerinin fakirlikten kurtulması, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra başladı. Ve bu gelişme,  henüz sona ermiş değildir.

 

Bu zamana kadar Ankara’da çeşitli işlerde çalışmış, üç tane dükkan açmıştı. Memur olarak girdiği Devlet Su İşleri’nden, sağlık sebepleriyle emekliye ayrıldı. Hacer Ana’dan iki oğlan iki kız, dört çocuğu oldu. Onlar da kendi torunlarını görecek kadar yaşadılar.

 

1960’lardan itibaren Dede, halkı aydınlatma etkinliğini yürüttü. Emekli olduğu için, tüm zamanını bu işe verebiliyordu. Bir keresinde ortalama bir günde 47 ziyaretçi saydım, fakat daha sonraki yıllarda, daha çok insan onu tanıdıkça, bu sayı daha da arttı.

 

Fakat bir Tasavvuf evliyasının yaşam gerçekleri, bize ender olarak onun kim olduğu hakkında bir fikir verebilir. Yukarıdakileri, sadece gerekli oldukları için anlattım, yoksa Efendi’yi değerlendirmek konusunda faydalı olacakları için değil.

 

Silsilesi

 

Peygamber Efendimiz’den başlayan silsile, Hz. Ebubekir, Hz. Pir Abdülkadir Geylani, Buhara’lı Bahaddin Nakşibend, Mevlana Halid, Mahmut Samini, Osman Bedreddin Hz.leri ve Ahmet Kaya Efendi ile devam eder. Altın Zincir’deki çoğu ismi atlayarak, sadece en önemli isimlerden söz ettim. (Yoksa liste uzar.)

 

Denilmiştir ki: Peygamberlik (nübüvvet), Hz. Adem’in alnında bir ışık (nur) olarak başladı. Çağlar boyunca bu ışık, bir peygamberin alnından bir sonrakine geçti, sonunda, Son Peygamber olan Hz. Muhammed’e ulaştı. Hz. Muhammed, nübüvvet ve velayet (velilik) sıfatlarını (niteliklerini) birlikte kendinde taşıyordu.

 

Peygamberlik sona ermiş olduğu halde, bu kez velayet ışığı, bir büyük veliden diğerine geçerek, çağlar boyunca yoluna devam etti. Peygamber’le birlikte Mekke’den çıktı, Geylani Hz. ile Bağdat’a geçti, Orta Asya’da Buhara’ya giderek Şahı Nakşibend’de yer tuttu, uzun süre orada kaldı, Mevlana Halid Bağdadi ile Bağdat’a geri döndü, en sonunda kuzeye giderek Doğu Anadolu’ya yerleşti. Velayet ışığının yolculuğu yüzlerce yıl sürdü, kıyamete kadar da devam edecektir—öyle denmiştir.

 

Uzun sözün kısası, Efendi İslam Tasavvufu’nun merkezindeydi. Fakat aynı zamanda, ondan daha modern ve daha açık fikirli hiç kimse yoktu. (Tekrar vurgulamak durumundayım ki, bu benim kişisel fikrim değildir. Çağdaş düşünceli bir hanım izleyicisinden alıntı yapıyorum.)

 

Dede’nin manevi silsilesi bu olmakla birlikte, kendisi bütün tarikatlerin, cemaatlerin ve mezheplerin ötesindeydi. Ve dindar bir Müslüman olduğu halde, bütün dinlerden insanları kucaklıyordu.

 

Başka önemli bir nokta da şu: Genelde biz İslam deyince sadece onun dışsal (zâhiri) yönünü anlarız, içsel (bâtıni) yönüne Tasavvuf deriz. Fakat Efendi’de, dışsal ve içsel, bir tek bütündü—Tasavvuf İslam’dı, İslam da Tasavvuf’tu. Bu ikisinin bu derece kaynaşıp birleştiğini, başka hiç kimsede görmedim.

 

Onunla Nasıl Tanıştım

 

Yaşam koşullarım, beni Efendi ile 1978 ilkbaharı başlarında karşılaştırdı. (Tam tarihini yazmadığım için hâlâ kendime kızıyorum, ama herhalde Mart’ın ilk günleri idi.) Ondan önce bir Tasavvuf üstadıyla üç yıllık bir eğitim dönemim vardı, beni Efendi’ye götüren de o oldu. Birlikte huzuruna vardık. Tasavvuf büyüklerinin istedikleri şeyi başkalarına sözsüz bildirme yetenekleri vardır ve ben, birkaç dakika içinde, müstesna bir insanın huzurunda olduğumu hissettim. (Bu benim üstün bir algıya sahip olduğum anlamına gelmiyor, Efendi kim olsa ona kendini aynı kolaylıkla tanıtabilirdi.)

 

1980’den sonra Efendi’nin sohbet toplantılarını daha sık izlemeye başladım. 1983 Eylül’ünden itibaren de, olağan çalışma saatleri veya tatiller dışında, vefatına kadar neredeyse sürekli olarak Efendi’nin huzurunda bulunma şansına nail oldum.

 

Başkalarının Görüşleri

 

Birçok görgü tanığının ifadesine başvurabilirim ve belki, gelecekte bunu yaparım da. Ancak şimdilik, aşağıdaki alıntılarla yetiniyorum.

 

Başka bir Tasavvuf üstadına bağlı olan bir Amerikalı arkadaş: “Ahmet Efendi elbette eşsiz ve özel, ama bu eşsizliğin hiçbir yabancı ve ayırıcı tarafı yok. …Benim için bu, ancak ‘içeriden içerilik’ olarak nitelendirebileceğim bir özellik. Bu özellik için daha saygılı bir terim düşünemiyorum. Demek istediğim, Efendi’nin insanın kendi benliğinin, varlığının içinde olma derecesi ve iletişiminin kolaylık ve dolaysızlığı. Bu, konuşma, dil, kültür, zaman ve tarihi tam anlamıyla aşıyor, aynı zamanda da onları tesis ediyor ve haklı çıkartıyordu. …konuşma gereği hiç yoktu. Türkçe konusundaki artan bilgim, Efendiyle sohbetin zevkine ölçülemez katkıda bulunmakla birlikte, Efendi’nin kalbimdeki varlığının yakınlığını arttırmadı. Onu seven arkadaşlarımın kalpleri için de öyle. Ne kadar üzgün olsam da… onun sevgisinden hiçbir şekilde ayrı kalmayacağımı bilmenin verdiği derin ve anlamlı bir sevinç ve mutluluk duyuyorum.”

 

Bir İngiliz arkadaş: “Huzurunda bulunma şansına sahip olduğum her seferinde, yaşadıklarım için temel olduğunu düşündüğüm şeyi, Efendi’ye bir ziyaretim temsil ediyor. Kapının (sağlık nedeniyle sohbetin olamadığı ender durumlar dışında) daima açık olduğu ve ayakkabı çıkartma konusundaki Türk adetinin yeni bir anlam boyutu kazandığı o olağanüstü eve, bir bayan geldi. Her zamanki edep ile karşılandı, kendisine çay verildi ve nasıl olduğu soruldu. Bunun üzerine dedi ki, ‘Efendim, sizin huzurunuza girdiğimde bütün dertlerim, üzüntülerim üzerimden kaldırılmış ve kapınıza bırakılmış gibi oluyor!’ Efendi gülümsedi (o anlatılmaz güzellikteki, bütün odayı aydınlatan tebessüm!) ve işlek bir Cumartesi sabahında, o kalabalık dairedeki insan çoğunluğunun hissettiklerinin dile getirilmiş olduğunu bilerek, şefkatle dedi ki: ‘Evet, haklısın canım, ama benliğini de kapıda bırakmış olsaydın ne kadar iyi olurdu.’

 

“Tam bir benlikten arınmışlık. Eğer tanık olmasaydım, bunu anlayamazdım. Ve binlerce kişi için, aynısını yaptı: o kapıdan içeriye, en arı ışık ve rahmetin bulunduğu o uzaya davet etti.”

 

Bir Türk gazetecisi: “Yaşadığı yer, bizim için, güneşin batmadığı yer gibiydi. Ne zaman dertli ya da kederli olsak oraya giderdik. Büyük bir huzur duygusuyla, içten ve dıştan ışık pınarlarında yıkanmış gibi, kendi karanlık dünyamıza geri dönerdik.

 

“Kadiri miydi? Nakşi miydi? Bilmiyorum. Talebelerine sormadım. Buna gerek de görmedim. Hangi tarikatın şeyhiymiş, ne önemi var? Hiç kuşkusuz, Allah’ın büyük bir velisi idi. Kapısı herkese açıktı. Mevlana gibi, bütün günahkârlara kucak açıyordu.” (“Ahmet Kayhan Efendi,” Akit, 16 Eylül 1998.)

 

Efendi’nin Öğretileri

 

Hacı Ahmet Kayhan (çünkü Hacca da gitmişti), bir bilge kişi, bir arif insan idi. Onun yanında Müslüman, Hıristiyan, Yahudi veya Budist’in bir farkı yoktu. Olağan şekilde ayrımlar yapmanın çok ötesindeydi. Onun için sadece insanlar vardı ve hepsine, aynı öğretiyi yol olarak gösterdi: Allah vardır, Allah birdir. Şeriata uyun. Dünyada barışı yerleştirmek için çalışın. Birbirinizi sevin, insanlara hizmete kendinizi adayın. Bütün canlılara merhamet edin, bir sineğe bile merhamet edin.

 

Gördüğünüz gibi, öğretileri zaman, uzay veya coğrafyadan bağımsızdı ve böylece, gerçekten evrenseldi. Dünya barışı hakkındaki broşürleri, eski bir Fransız cumhurbaşkanından, Papa’dan ve İsrail’in o zamanki cumhurbaşkanı ile başbakanından olumlu yanıtlar aldı. Daha fazla yaşasaydı, niyeti daha fazla insanı dünya barışına davet etmek olacaktı. Her cins kitle imha silahına karşıydı, çünkü bunlar, her türlü yaşam biçimine karşıdır.

 

Daha dün (Pazar, 6 Eylül 1998, öğle vakti), Efendi’nin sıradan takipçilerinden biri, bana onun öğretilerinden şahsen ne anladığını anlattı. “Hukuk ve adalet,” dedi, “vicdandan dolayı var, vicdan da sevgiden dolayı var. Birisini severseniz, onun haklarını çiğneyemezsiniz. İşte şeriatın yaptığı da bu. Birisine, sanki onu seviyormuş gibi davranmanız için size yol gösteriyor.” Ve ekledi: “Bu temel gerçeği anlatan başka hiç kimseye rastlamadım.” Bunu aktarmamın nedeni, Efendi’nin ne öğrettiği konusunda ortalama bir algıyı yansıtmasıdır.

 

Fakat bu, sadece başlangıçtı. Efendi’nin tedrisatı, ana okulundan üniversiteye kadar manevi alandaki her şeyi kapsıyordu. Burada öğretilerinin tamamını özetlemeye kalkmak boş bir uğraş olur, onun için okuru, İnternet’te de bulunan Efendi'nin dört kitabına yönlendirmek durumundayım (Âdem ve Âlem, Ruh ve Beden, Aradığımı Buldum ve İrfan Okulunda Oku).

 

Metodoloji

 

Efendi’nin talebelerini eğitme konusundaki yöntemleri farklıydı, fakat ayırd edilebilir eğilimler vardı. Bir talebeye taşıyamayacağı yükü yüklemezdi. Peygamber’in hadisine uygun olarak, dinleyicilerin anlayışına göre konuşurdu. En zor konuları en basit şekilde anlatma becerisi vardı. Eğer karşısındaki buna rağmen anlamıyorsa, sözünü yinelerdi. Dinleyici anlayana kadar buna devam eder, sözünün anlaşıldığını görünce de bırakırdı. Sözün içeriğini yerine getirmek, o andan itibaren dinleyicinin sorumluluğuna geçmiş olurdu.

 

Efendi, Tasavvuf hikayeleri ve yaşanmış Tasavvuf olayları için tükenmez bir bilgi kaynağı idi. Bunlardan belli bir duruma en uygun olanlarını seçer, bazen kendi özgeçmişinden anılar naklederdi. Kendi Efendisine sonsuz bir sevgisi vardı. Bazen, birlikte geçirdikleri zamanlardan bir anısını özlemle anlatırdı.

 

Fakat Efendi’nin Tasavvufi eğitim hikayelerini kullanımında göze çarpan nokta, tam istenilen sonucu verecek şekilde bunları uygun bir sıraya dizme yeteneği idi. Bu konuda bir bestecinin ustalığına sahipti.

 

Bir insanın en üstün erdemini çabucak keşfederdi. Bir defasında bana dediğine göre, gerçek bir mürşid, bir insanın fotoğrafını bir dakikada çeker. Ben buna “manevi röntgen” diyorum. Sonra o kişinin o erdemini geliştirirdi, talebenin yapısında eksik olan manevi “vitamin”lerle de bunu desteklerdi.

 

Kendisine bir soru sorulduğunda, başta reddeder gibi görünse de, mutlaka cevaplardı. Eğer onun söylediğine aykırı yönde ısrar edilirse, kabul etmiş görünürdü, ama daima ilk söylediği çıkardı.

 

Öğrencilerine açıkça tavsiyede bulunmadığı zamanlar olurdu. Onlardan bu dönemlerde bir faaliyet, güçlü bir çaba beklendiği varsayılabilir.

 

Bana şu benzetme anlatıldı: Efendi, her birimize bir avuç tohum veriyordu. Görevimiz o tohumları ekmek, yetiştirmek, ve meyvelerini verene kadar onları olgunlaştırmaktı. Diğer bir teşbihe göre, bize beynimizdeki gizli odaları açacak anahtarlar veriyordu. Hepimiz biliyoruz ki bir insan, beyin kapasitesinin yüzde 2 veya 3’ünü kullanır. Diyelim ki Einstein, yüzde 10’unu kullanıyordu. Peki, yüzde 50’sini, yüzde 75’ini kullanan için ne diyeceğiz? Tamamını kullanan için ne söyleyeceğiz? İşte bu soru, okur için bir alıştırma olarak bırakılmıştır.

 

Resmi Teşkilat

 

Efendi’nin resmi bir örgütü yoktu. Orada tekke, tören, ayin, resmilik gibi şeyler bulamazdınız. Tekkeler genç Türkiye Cumhuriyeti’nde 1928’de kapatılmıştı. Fakat Efendi’nin yanında, onlara gerek olmadığını öğrendim. Gerçek ruhsallık (maneviyat), herhangi bir resmi yapı olmaksızın uygulanabilir ve iletilebilirdi. Bütün gereken, öğretmenin kabulü ve öğrencinin bağlılığı, içtenliği ve çabası idi. Tekkeler görevlerini tamamlamışlar ve fesholunmuş toplumbilimsel kurumlar olarak tarihe karışmışlardı.

 

Bunun yerine, plansız sohbet grupları vardı. Mevcut kim varsa onlarla birlikte, anlık olarak ortaya çıkıyorlardı. Efendi’yi ziyaret etmek ve bu sohbetlere katılmak çok önemliydi. Efendi’nin dağıttığı bir yaprak ya da broşür okunabilirdi. Kendisi zaman zaman müdahale ederek belli bir noktayı açıklar ya da vurgulardı. Bu bile gerekmeyebilirdi, çünkü Efendi’nin feyz ve bereketi (manevi eylem veya gücü), tam bir sessizlikte bile etkili olurdu. İnsanın ruhsal “pil”i boşalınca, yeniden “şarj” etmek için Efendi’ye gidebilirdi. Eğer sevgi, “karşılığında hiçbir şey almadan veya beklemeden vermek” olarak tanımlanabilirse, Efendi, bağlılarını seviyordu. Onlar da onu sevmeye çalışıyorlar, fakat genel olarak bunda başarılı olamıyorlardı.

 

Efendi’nin Esrarı

 

Bir insan Efendi’yle yeterince zaman geçirirse, onun, hiç kimseye açmadığı bir sır sakladığı kanısına varabilirdi.

 

Bazı söyledikleri, son derece akla uygun ve mantıklı idi. Fakat başka bazı sözleri, kişi kendini ne denli zorlasa da, anlaşılmazlıklarını korurlardı. Bazı söyledikleri ancak bir süre sonra, belli olayların olmasıyla anlaşılır hale gelirdi. Başka şeyleri çözmeniz ise yıllar alabilirdi. Efendi karmaşık bir insandı ve bazen karmaşık bir şekilde konuşurdu. Neredeyse doğduğundan beri dede-nenesinin yanında büyümüş olan torunu, bir defasında bana, onun nasıl düşündüğünü anlamanın zor olduğunu söylemişti. Kimsenin onu çözebildiğini zannetmiyorum. Sırrı ne idiyse, onunla birlikte mezara gitti.

 

Bu sır her ne ise, Efendi’ye bir cazibe veriyordu. Bütün insanlar içinde o, en büyüleyici olanıydı. Bir mıknatıs nasıl demir parçacıklarını çekerse, o da insanları çekiyordu. İnsanlar onu karşı konulmaz buluyorlardı ve onu ne kadar çok görürlerse, o kadar daha çok görmek istiyorlardı. Bunun nedeni merak değildi. “Tam olarak gerçekleşmiş insan” denilen harikulade olayı bir kez gördüğünüzde, ona duyduğunuz saygı ve sevgi, tekrar tekrar geri gelmenize sebep olur. Biliyorum, “Gördüğünüzün yarısına, duyduğunuzun da hiçbirine inanmayın” denmiştir ama, benim gördüğümün yarısı—çeyreği, yüzde biri!—zaten yeterince muazzamdı. Ve sakın “İşte gene abarttın” demeyin, çünkü abartmıyorum.

 

Bağlıları da ilginç insanlardı. Bazıları onları bir sürü olarak, eleştiri yeteneğinden yoksun, algılaması zayıf safdiller olarak görme eğiliminde olabilir. Onları daha yakından tanıdıkça, her birinin ayrıcalıklı bir—hatta birkaç—yeteneği olduğunu keşfettim. Bazen bundan kendileri de habersizdi. Bu erdemleri Efendi, şaşmaz bir kesinlikle saptar ve geliştirirdi.

 

Mükemmel İnsan

 

Ahmet Kayhan gibi bir kimsenin varlığı, onu tanıyanları, insan olmanın ne demek olduğunu sorgulamaya ve yeniden tanımlamaya zorladı. Nasıl ki bir tek beyaz filin varlığı, bütün fillerin gri olmadığını kanıtlamaya yeterse, Efendi gibi bir insanın varlığı da bizi, baskı makinelerini durdurup, kitapları yeniden yazmaya zorluyor.

 

Bunca yıldır insanın potansiyeli ve olanakları hakkında konuşuyoruz. Ama bunlar nedir aslında? Sınırları nelerdir?

 

Farzedin ki birisi size geldi ve dedi ki: “Ben üstün insanı tanıdım. O Muhammed’dir. Kendi zamanlarında İsa ve Buda, çağlarının üstün insanları idiler.” Yıl 2000’i geçmiş, o size bunu söylüyor. Ne düşünürsünüz? Ve ne söylersiniz?

 

Hayret verici olan şey, peygamberler devrine ait olması gerekir gibi görünen Efendi gibi bir insanın, 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşayıp tanınabilmiş olmasıdır.

 

Bir insanın toptan ruhsal dönüşümü olayını dile getirmek için, Tasavvufçular (Sufi’ler), Mükemmel İnsan (insan-ı kâmil) kavramını geliştirmişlerdir. Burada “üstün insan” ya da Çinlilerdeki “üstün nitelikli insan” veya “gerçek insan” kavramlarını da kullanabiliriz. Yalnız şuraya dikkat: Allah olmadan, üstün insan da olamaz. Çünkü bir insana, onu seçkin olarak görmemizi sağlayacak nitelikleri bahşeden, Allah’tır. Bizi Allah’a doğru çeken, Allah sevgisidir. Onu ne kadar seversek, emirlerine o derece uyarız. Mütevazı, alçakgönüllü olmakla, Allah’ın ışığını yansıtan bir pencere haline geliriz. Bilgisayarlarla ile ilgili “kullanıcı dostu” deyimini duyduysanız, bizim de “Allah dostu” haline gelmemiz gerekir. İşte o zaman, başkalarının bizi seçkin olarak görmelerini sağlayacak niteliklerle donanırız. En küçük bir kibir, kendini beğenme, Allah’ın bizi donattığı özellikleri bizden çekip almasıyla sonuçlanır. Çünkü onlar bizim değildir, Allah’tan ödünçtürler. En üstün makam, sadece Peygamber Efendimiz’e ait olan Makam-ı Mahmud, kulluk makamıdır—Allah’ın alçakgönüllü bir kulu olmak. Ki bunu söylemesi, yapmasından kolaydır.

 

Tabii, Hak ile hak olmanın değişik dereceleri vardır. Ve herhangi bir zamanda, onların içinde en çok gerçekleşmiş bir kişi bulunacaktır. Bu durumda daha alt düzeydekiler, onun mükemmeliğini tasdik ederler. Örneğin bir Tasavveuf büyüğü demiştir ki: “Maneviyat pınarı Efendi’den fışkırıyor. Biz hepimiz, sürahilerimizi o kaynaktan dolduruyor, halka dağıtıyoruz.” Şimdi vefat etmiş olan bir diğeri: “O bizim padişahımız. Elektriğimiz oradan geliyor, Ankara’daki o büyük santralden.”

 

Kerametler

 

Bir olay, kendi başına bir sınıf oluşturacak kadar olağanüstü olduğu vakit, biz ona “keramet” ya da (peygamberler söz konusu ise) “mucize” diyoruz. Peki o zaman, olağandışı olayların her gün, her ay, her yıl tekrarlandığı ve bir türlü tükenmediği duruma ne diyeceğiz? Başka bir deyişle, olağanüstünün olağan hale geldiği duruma ne isim koyacağız?

 

İnanmayanlar, buna imkânsız diyecekler. Başkaları, çok kuşkulu bulacaklar. Ben buna, Muhammedi velayetin mükemmel serpilmesi diyorum.

 

Efendi’nin takipçilerinden herhangi biri ile görüşün, bu konuda bir ya da daha fazla anı dinlersiniz. Ben de böyle ilginç hikayeler anlatabilirim. Sırf örnek olsun diye, Efendi’nin bir arkadaşının dün bana anlattığını, hafızamda taze iken aktarayım:

 

Yıllar önce, kendisi Hacer Ana’ya ait bir evde kiracı imiş. Kayhan ailesi de biraz uzakta, diyelim ki 50-60 metre uzakta oturuyormuş. Bir akşam, namazını kıldığı sırada, kapının vurulduğunu ve Kayhan Dede’nin onun adını çağırdığını duyuyor. Ancak namazını bölemiyor ve namazını bitirdikten sonra, Kayhan’ların evine gidiyor. Hacer Ana ve Efendi, oturuyorlarmış. Efendi’ye diyor ki, “Kusura bakmayın, kapıyı çaldığınızda size açamadım.” Hacer Ana ona tuhaf tuhaf bakıyor. “Sen ne diyorsun?” diyor. Cevap veriyor: “Ben namazımı kılıyordum, Efendi’nin kapıyı çaldığını, bana seslendiğini işittim.” Hacer Ana diyor ki, “Sen çok tuhaf adamsın. Efendi bu odadan çıkmadı. Bana, seni ziyaret etmemizi teklif etti, ben de ona saatin geç olduğunu söyledim. ‘Peki,’ dedi, ‘öyleyse biz onu çağıralım, o gelsin.’ Ve şimdi buradasın. Bu müddet zarfında yerinden kımıldamadı.” Efendi’nin tek yanıtı, gülümsemek ve arkadaşını oturması için buyur etmek olmuş.

 

Ama önemli olan husus, bu hususun önemli olmamasıdır. Asıl husus, her zaman olduğu gibi, Efendi’nin kendisidir, yoksa girdabı çevresinde ortaya çıkan ikincil oluşumlar değil. İnsanlar çoğu zaman böyle şeylere saplanıp kalıyorlar, bunların manevi ilerlemeye birer engel olduğunu bilmiyorlar. Odaklanma, kerametler üzerine değil, ahlak üzerine olmalıdır.

 

Doktorlar, yıllar önce Efendi’nin bedenini muayene ettiler, klinik olarak ölü sayılması gerektiğine karar verdiler. Bundan büyük keramet olur mu?

 

Vefatı

 

Yıllar boyunca, bir tek düşünce, saplantım oldu: Ölüm, dolayısıyla da ayrılık, kaçınılmaz olduğuna göre, Efendi’nin mümkün olan en uzun süre hayatta kalabilmesi için elimden geleni yapmalıyım.

 

Elimde ne gibi olanaklar varsa, bu amaca seferber ettim. Bağlıları, insanlık, bütün kâinat bu İnsan’a muhtaç, diye düşünüyordum. Ne pahasına olursa olsun, bu eşsiz olay korunmalı, ömrü sınırsızca olamasa da, azami ölçüde uzatılmalı idi. Efendi, çok yaşlı ve hastaydı. Dinlenmeye ihtiyacı vardı, kapısına gelen insan kuyruğu gücünü ve sağlığını tüketiyordu. Bir tek rahat gece geçirmedi, ama gene de sabah olduğunda, hiç değilse kısmen dinlenmiş olurdu.

 

Ziyaretçi akını sabah erken saatte başlardı. Hepsini kabul eder, bizim onların girişine engel olmamızı yasaklardı. Gelen bir karınca bile olsa onu dinler, en küçük derdini gidermeye çalışırdı. En zor sorunları en kolay şekilde çözerdi. Vardiya gecenin geç saatlerine kadar devam ederdi. Son misafir de gittikten sonra, onu yatağına uzanmış, zayıf bedeni tamamen tükenmiş, ölü gibi yatarken seyrederdim. Bu düzenin sonsuza dek süremeyeceği besbelli idi. Fakat hepimiz, kaçınılmaz olana kafa yormak şöyle dursun, onu aklımıza getirmeyi bile reddettik.

 

Bu durumun bir sonucu olarak, kendimi azap verici bir ikilemin çatalında buldum. Bir taraftan, Efendi’yi o kadar önemli buluyordum ki, elimden gelse onu ve öğretilerini, bütün dünyaya canlı yayın yapardım. Ama öte yandan, o kadar yorgun ve hasta idi ki, bir tek kişiye bir tek nefes, bir kelime bile sarf etmesini istemiyordum. Bu güne dek buna bir çözüm, bir çıkış yolu bulamadım. Zaten artık bunun için çok geç.

 

Efendi’nin sağlığı, uzun yıllardan beri bozuktu. Şimdi geriye baktığımızda anlıyoruz ki, son aylarında işlerine nihayet veriyor, uzaktan gelen misafirlerine kendisini bir daha göremeyeceklerini söylüyor, yaşam eserine son rötuşlarını yapıyormuş. Bunlardan bize, yakınında ve hizmetinde olanlara, tek kelime etmedi.

 

Vefatından önce bir hafta hasta yattı. 3 Ağustos günü hastane acil servisine götürüldü, aynı akşam saat 10’a doğru ten giysisinden sıyrıldı. Hepimiz en az birkaç ay daha hayatta kalacağını ümit ediyorduk, ben de önce vefat ettiğine inanmak istemedim. İkna olduğumda anladım ki, ölüm kazanmış, bense kaybetmiştim.

 

Cenaze namazı ertesi sabah (Salı) 10:30’da, az sayıda cemaatle kılındı ve Efendi, ebedi istirahat yerine yerleştirildi. Biz tabutunu taşırken, tabut o kadar yüksekteydi ki, ayak parmaklarımın ucunda yükseldiğim halde, el parmaklarım tabuta ancak değebiliyorlardı. Bu bile şaşılacak bir durumdur, çünkü Türk standartlarına göre hiç de kısa sayılmam.

 

Hepimize Dersler

 

Efendi’nin örneğinden çıkartmamız gereken belki de ilk ve en önemli ders, ümit’tir. Bir insan olan o, buna erişebildiyse, her insan erişebilir. Belki tamamen değil. Ama bireysel yapımızın izin verdiği ölçüde. Her insan muazzam bir vergiyle, inanılmaz bir potansiyelle doğar. Gündelik, sıradan yaşamın sıkıcılığı ile öyle hareketsiz kalmışız ki, bu dünyada işimiz ne, diye durup da sormuyoruz bile. Niçin kuş olarak yaratılmadık? Ya da kelebek olarak? Madem insan olarak yaratıldık, evrenin sonsuz tasarımı içinde insana biçilen rol nedir? Allah aşkına, burada ne işimiz var?

 

Bizi pençesinde tutan gaflet uykusundan sıyrılabilirsek, rüyalarımızda görebileceğimizden daha muhteşem bir kaderin bizi beklediğini anlayabiliriz. Belki buna her insan aynı derecede erişemez, nasıl ki Olimpiyat madalyasını da herkes kazanamaz. Ama herkes, bulunduğu yerden daha ileri gidebilir. Şayet bugüne kadar hayatımızı uykuda geçirdiysek, hiç değilse bundan sonra uyanmaya çalışalım. 

 

Efendi’nin ikinci dersi ahlaktır, işin özü de buradadır. Benim tanımış olduğum en üstün ahlaklı insandı. Ve bana ifşa etti ki, işte bu, farkı yaratan farktı. Başka mürşitlerden onu ayıran şey, ahlakının yüceliği idi. Başka her şey buna dayanıyordu: tefekkür (meditasyon) yöntemleri, ruhsal/manevi eksersizler, özel bilgi sonra geliyordu ve ahlak olmadan, bir yararları yoktu.

 

Tabii bu bizi, “edep” denilen Tasavvuf kavramına getiriyor. Edep, güzel davranmanın en arı şeklidir. Çok ülkeler dolaşıp çok üstadlar tanımış olan Amerikalı bir arkadaş, Efendi’nin vefatının ardından bana şunu anlattı: Hangi İslam Tasavvufçusuna gittiyse, hepsini aynı edep kıyafetini giyinmiş halde bulmuş. Diğer dinlerde bir standart yokmuş—her öğretmen, diğerlerinden farklı imiş. Efendi de o edebe en yüksek derecede sahipti.

 

Dahası, Efendi, insanın ahlakını neyin mahvettiğini kesin olarak saptamıştı: Haram servet ve haram şehvet. Haram servet ve haram şehvet—Efendi’nin hiç yorulmadan tekrarladığına göre, en dikkatli olmamız gereken şey bu ikisi idi ve insanlığın kıyameti olacak bir atom savaşı, günün birinde, bu ikisinin sonucu olarak gerçekleşecekti.

 

Haram para kazanmanın anlamı zaten açık. Cinsel ilişkiler, sadece yasal olarak evli erkekler ve kadınlar arasında olmalıdır. (Alkol de kötüdür, çünkü aklın düşünme yeteneğini perdeler ve kolayca kontrolden çıkmamıza yol açar.) Eğer bunu dinlerse, bir dinsiz bile bu tavsiyeden kazanç sağlayabilir.

 

Elini ve belini kontrol altında tutan, bunun yanında da namazını kılan kişi, Efendi’ye göre bir Allah dostu, bir velidir. O noktadan itibaren sonucu belirleyecek olan, istekli kişinin şahsi çabasıdır.

 

Bu yolda gidebilmek için üç şey gereklidir: iş, eş, iman. Dikkat ederseniz bu üçü, yukarıdaki üç noktaya denk geliyor. Bir iş, insanın helâl kazanmasını sağlıyor. Bir eş; bir yuva, bir aile ve sağlıklı cinsel ilişkiler demektir. İman olmazsa da insan, beş vakit namazını kılmaz.

 

Geride Bıraktıkları

 

Efendi’nin ayrılığı, hepimizi korkunç bir kayıp hissiyle doldurdu. Onun yerine kim konulabilirdi? Bir halife arayışı, neredeyse hemen başladı. Fakat Efendi zaten sağlığında, tek bir ardıl bırakmayacağını söylemişti. Demişti ki, “Ben geride bin Ahmet Kayhan, on bin Ahmet Kayhan bırakacağım.”

 

Bu sözlerin anlamı açıktır. Onun varlığı, hepimizin içinde yaşıyor. Artık hepimiz, kendi yaşantımızda onun aydınlık yolunu izlemeye çalışmalı, başkalarına o yolun niçin bu kadar harika olduğunu göstermeye çalışmalıyız. Görevimiz zordur. Ne derece başarılı olduğumuzu, ancak zaman gösterecek.

 

Gerçeği aynen, olduğu gibi anlatmaya çalıştım. Verdiğim ifadenin ne derece inandırıcı olduğu, herkesin kendi özelinde, kendi iç dünyasında karar vermesi gereken bir konudur.

 

Söyleyecek bir tek sözüm kaldı:

 

Birbirinizi sevin, bir karıncayı bile sevin.

 

 

 

 

 

 

İlk yazılış: 1998. Bu çeviri: 2010. Çeviride ufak tefek kısaltma ve değişiklikler yapılmıştır.